Dokunmak mı zordu, yoksa bağlanmak mı?
Belki de bağlanmadan değdiği tenlerle dokunmuş bir hayattı onunkisi.
Kimseyle konuşmadığı sırları olan ve aynı zamanda dünyaları yaratmış gibi caka satan bir tuhaf yalnız adam.
Unutamadığı bir parfüm kokusu gibi içini saran; ama asla itiraf edemeyeceği bir sevdaya sığınan.
Bakımsız kış bahçelerinde uyuyakalmış bir deliveren ya da cadı kazanında kaynamaya devam eden en zehirli iksirlerden…
Böyle başlayabilirdi hikayesini anlatmaya; dinleyen biri olsaydı.
Peki o kadın ya da diğerleri? Hepsi aynıydı, hep aynıydı işte. Baktığı yer değişmediği sürece yaşananlar da değişmeyecekti. Artık çok geç, diye düşündüğü her an bir parçasını daha bırakıyordu geride. Her parçada biraz geçmiş, biraz gelecek, biraz teselli.
Avunmak için baştan yazabilirdi bu öyküyü. Sil baştan. Her şey daha basit olabilirdi o zaman. Bilerek ya da istemeden kırdığı herkesten özür dilemenin bir yolunu bulurdu. Bu saçma sapan suskunlukları bir kenara bırakıp her şeye sıfırdan başlardı hatta. Belli mi olur, bir şeyler gerçekten değişirdi o zaman.
Kendi kendine konuşurken mırıldandıkları bunlardı. Günlerden bir gün, akşamlardan bir akşam, alacakaranlıkla şafak ortası bir bankta oturup bunları düşündü.
Her şey olasılıklar dahilinde mümkünken, hayatta aklına gelmeyen bir olasılıkla uçsuz bucaksız denizin kavuştuğu noktaya baktı sonra. Bir balıkçı teknesine atlayıp gitmek istedi. Meltemi ve poyrazı aynı anda hissetti ensesinde. Şapkasını biraz daha alnına indirip kısık gözlerle yanındakine döndü.
“Ben yanlış anladım sanırım. Özür dilerim.”
Veda ise, bundan güzeli olamazdı. Her şeyin başlayamadığı yerde bitirmek gerekmişti bu serüveni de. Arkasından bakarken, defterine şöyle bir not düştü:
“Bir buluta takılmış uçurtma gibi göğün bir ucundan diğerine sürüklenip durdu ve her seferinde aynı ıssız adaya çıktı yolu. Her seferinde…”