Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanına ısınmam zaman aldı. İlk başlarda, sayfaları ardı ardına deviremedim bir türlü; ama hiç beklemediğim bir anda içine çekiverdi sözler ve nasıl olduğunu bilmeden bitiriverdim.
Birkaç cümleyi not etmişim kenara. Onlardan birine denk geldim geçenlerde ve ister istemez bu satırları yazarken buldum kendimi.
“Bu koşullar altında bile Aureliano ile Fernanda yalnızlıklarını paylaşmadılar.” *
Onca zamanın arasında, paylaşılmayan zamandı akılda kalan. Tüm güzellikler bir yana, özlenilen ve yaşanmamış o tek bir an.
Masum bir geçmişi geride bırakıp yaşlı bir geleceğe adım atarken haberimiz bile yoktu olacaklardan. Sözlerimiz yanlış anlaşıldı. Yüzümüze gülündü, arkamızdan sövüldü. Tam olarak paylaşılamadı bazı tutkular. Aşklarsa yarım kaldı yaban ellerde.
Geçmiş, bir büyü gibi, sihirli bir toz bulutu gibi içine aldı insanlığı. Hiç tanımadıkları bir coğrafyada bile aynı kaderi yaşadılar birbirlerinden habersiz. Kendilerinden kaçtıklarında kendilerine yakalandılar. Sustular ve vazgeçtiler. İçlerine gömüldüler.
Fırtınalar, yabancı gibi, soğuk bir tokat gibi, yerle bir etti yurtlarını. Evleri yıkıldı, kazandıkları ve biriktirdikleri tüm anıları yok oldu. Usanmadan, baştan yaratılan bir geçmiş, her yeniden dünyaya gelişle baştan var olan gelecek… Birbirini takip eden uçsuz bucaksız tesadüfler zinciri. Bahtından kaçamayan bir öbek insanla onların kaderlerini okuyan büyücü kadınlar.
Güçlü ve ulaşılmazdılar. Boyun eğen ve direnen. Bir ağaç dibinde ölümü bekleyen ya da uzaklara giderek kendini baştan yaratmayı düşleyen. Güzel saçları vardı, tuhaf huyları. Birlikte uzun günler uzun geceler umulmadık sırlar paylaştılar. Gizlerini kah sakladılar kah haykırdılar. En büyük günahlarını bir nehre akıttılar. O nehir taştıkça kana kana içtiler, doymak bilmediler.
Özlemek hep vardı. Ne öyle ne de böyle mutlu olunamayan bir var oluş mücadelesi. Bu an ve burası ile bir başka zaman ve başka yerlerin kararsızlığı… Satır aralarında kalmış sonsuz bir yalnızlık öyküsü…
“Katalonyalının mektuplarındaki sağlıklı ve dinç hava, kendisi de farkına varmadan, büyünün bozulduğunu belirleyen pastoral bir niteliğe dönüşmeye başladı. Bir gece, ocakta çorba kaynarken, dükkânının arkasındaki boğucu sıcağı, tozlu badem ağaçlarına güneşin vuruşunu, öğle uykusu saatlerinin uyuşukluğunu yırtan trenin düdüğünü özleyiverdi. Macondo’dayken de ocakta kaynayan kış çorbasını, kahvecinin çığırtılarını, baharda küme küme havalanan tarlakuşlarını tıpkı böyle özlemişti. İki ayna gibi karşı karşıya gelen bu iki özlem arasında bunalan Katalonyalı, o eşsiz gerçekdışı duygusunu yitirdi ve çocuklara yazdığı mektuplarda hepsinin Macondo’dan ayrılmalarını, dünyaya ve insan yüreğine ilişkin bütün öğretilerini unutmalarını, Horace’in tepesine sıçmalarını, nerede olurlarsa olsunlar geçmişin bir yalan olduğunu, anıların dönüşü bulunmadığını, geçip giden hiçbir baharın yeniden ele geçirilemeyeceğini, aşkların en çılgınca ve en vazgeçilmez olanının ömrün sonundaki bir anlık gerçek olduğunu akıllarından çıkarmamalarını öğütlemeye başladı.” *
(*):Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel Garcia Marquez