Sabah çok erken, daha serçeler çınarın dallarında cıvıldarken, ben kahvaltımı çoktan etmiş, salondaki tekli koltuğa geçmiştim. Hafif rüzgârlı serin bir Mayıs günü, taptaze, aydınlık ve pırıl pırıl başlıyordu işte.
Herkesin uykuda olduğu bu saatler benim için öyle kıymetli ki.
Zamanda kimsenin sahip olamayacağı bir boşluk yakalamışım da, orda kendime bir dünya kuruvermiş gibi mutluyum. Kimsenin duymadığı müziklerle, kimsenin okumadığı satırlarda, kimsenin bilmediği hayallerde sadece bana ait bir sığınak…
Gün içinde yapılacaklar için henüz vakit var. Dilediğim her şeyi yapabileceğim bu bir iki saat haftaların yorgunluğunu silip süpürebilir. Hiç aklımda yokken suluboya yapmaya başlayabilirim ya da uzun zamandır dinlemediğim bir albüm eşliğinde kitap okuyabilirim örneğin. Her şeyden önemlisi kendimi şaşırtabilirim bugün.
Yerimden kalkıp mutfağa gidiyor ve demlikte çay kalmış mı diye bakıyorum. Şanslıyım, bir fincan daha içebilirim. Yanına sakızlı kurabiyelerden de çıkardım mı, misss….
Hazır güneş vurmamışken biraz da balkon keyfi yapayım diyerek balkona çıkıyorum. Sedire bacaklarımı uzatıp, fincanımla kurabiye tabağımı da ferforje masaya bırakıyorum. Oh be!
Oturduğum yerden görebildiğim, uçsuz bucaksız gökyüzü, geniş kanatlarıyla gökte salınan birkaç martı, o göğü deler gibi duran rezidansların arkasındaki uzak tepeler ve yükselmeye devam eden inşaatlar sadece. Buna da şükür, diyor içimden bir ses. Çok şükür.
Son zamanlarda çok sık tekrarladığım bir söz oldu bu, “şükür”. Her şeye itiraz eden ilk gençliğimden, her şeyi bilirim sanan gençlik yıllarıma ve çokça bocalayıp kim olduğumu çözmeye çalıştığım otuzlu yaşlara kadar bir kere bile cümle içinde kullandığımı hatırlamam bu kelimeyi. Ama her şeyin bir zamanı vardır derler ya, şükretmeyi de son on yılda öğrendim galiba.
Kırklı yaşlara kendimi alıştırmaya başladığım bu günlerde hayat biraz daha anlamlı, huzurlu ve sakin geliyorsa, değişen hayat değil elbet, kendime ve hayata yüklediğim anlamdan ibaret.
Hayatın düğüm düğüm olmuş yollarında gidip gelirken, her sabah evden çıkıp her akşam gerisin geri dönerken, her gün bir öncekinin aynısı mı değil mi bunun bile ayırdına varamazken ve zaman alabildiğine kayıtsız geçerken yanı başımızdan, en azından günün bir yerinde durup nefes almak gerekmez miydi?
Bunu biri bana söylese onu dinler miydim ya da bir yerlerde okusam anlar mıydım, bilmiyorum; ama elimde olsa da geçmişe dönebilsem, her 5-10 yılda bir kendimi şöyle bir silkelemeyi, bırakmam gerekenleri bırakmayı, anlamam gerekenleri anlamayı seçerdim. Yaşlanmak ya da daha kibar tanımıyla yaş almak böyle bir şey galiba. O kadar çok şey tecrübe etmiş ve kendince ders çıkarmış oluyorsun ki, elinde değil, öğütler vermeden duramıyorsun. Bu da hayatın kanunu demek ki. Dinlemek istemeyen isyankâr gençlikle tavsiyelerle dolup taşan orta yaşların mücadelesi.
Ben böyle kendi kendime düşüncelere dalıp giderken kaçamak saatlerimin de sonuna geldik. Yeni bir gün, herkes gibi benim de önümde duran boş bir sayfa, bekliyor şimdi beni.
Bugünle ilgili niyetim, yaşama daha çok sevgi ve sevinç katmak.
Tarçınlı cevizli kekimden yaparım belki, annem çok sever. Sütle yumurtayı dışarı çıkarayım da oda sıcaklığına gelsin. Nilü’yü de arayayım birazdan, çoktan kalkmıştır o da zaten. Bu tarafa geçerse bir kahve içelim, özledim.
Hadi bakalım yeni gün, başlıyoruz. Hoş geldin!