Güneş kremim sağ olsun, 100 ml olunca bavulu bagaja vermem gerekti. Bagaja verince de pasaporttan sonra epey bir beklemem gerekti. Zaten biraz rötar da var… Sonuç olarak havaalanından taksiye binmeme rağmen ev sahibi ile sözleştiğimiz saatte orda olamadım. Kendisi de pek cool bir şekilde, “kusura bakma, bekleyemiyorum, teşekkürler” diye mesaj atıp beklemeden çıkınca hafif bir sersemlik yaşamadım değil. Neyse ki sonra binanın temizlik görevlisi ile iletişime geçip bana kapıyı açtırdı da eve girebildim.
Bu arada Lizbon havaalanının şehre çok yakın olduğunu ve taksinin de şimdiye kadar görmediğim kadar ucuz olduğunu söylemem lazım. Havaalanından eve gelişim sadece 15 Euro tuttu; cennette miyim neyim 🙂
Taksiyle giderken gözümü dört açıp etrafı tanımaya başladım bile. Nehre ve meydana çok yakın olduğumuzu anladım, bu iyi haber. Kalacağım ev de, hemen ana cadde üzerinde eski bir apartman ve tam da resimlerdeki gibi, çok şirin döşenmiş. Açık mutfak, bar tabureleri, duvarlarındaki boyamalar ve seramiklerle otantik, minik balkonundan River Tejo manzaralı, her şeyiyle aradığım gibi bir yer. İlk kez kullandığım airbnb’den memnun kaldım açıkçası. Bavulu falan açıp biraz yerleştikten ve wifi bağlantısı bulup memlekete selam etmek için online olduktan sonra keşfe hazırdım.
Güneşli bir Lizbon akşamüzeri, çok bilinçli adımlarla ve haritaya bağlı kalarak değil; ama daha çok yakın çevreyi görme ve tanıma hevesiyle Baixa-Rossio arasını, Rua Augusta üzerinden Praça do Comerco’yu gezdim. Arco da Rua Augusta’dan geçip River Tejo kenarında Lizbonlularla birlikte adeta kordonboyundaymış gibi keyif sürmeyi başardım.
Bunun için de öncelikle Rua de Alecrim üzerindeki evimden çıkınca yukarı devam edip Chiado metro durağının da olduğu meydana doğru yürümem, ara sokaklara girip çıkmam, Rossio’da Starbucks molası verip o meydanda gezinmem, tam da rehberde yazdığı gibi kibarca yanaşıp coco? diye soran göçmen gence “No!” demem gerekti. Praça da Figueira meydanı eskiden ana Pazar yeriymiş. Kale buradan gözüküyordu; ama yarın çıkmayı hedeflediğim için oradan Rua Augusta’ya döndüm.
Sağlı sollu mağazalar ve turistik gözüken restoran ve cafeler Arco da Rua Augusta’ya kadar devam ediyor, oradan sonra da Meydana ve nehre çıkıyordu. Nehir demişken, cahilliğime doymayayım, buraya gelmeden rehberden okumamış olsam, Portekiz’in Akdeniz’e kıyısı bile olmadığı halde Akdeniz ülkesi gibi adlandırıldığını, sadece okyanusa komşu olduğunu, şehrin ortasından geçen bu suyun nehir olduğunu bilmeyecektin. River Tejo aynı bizim boğaz gibi iki kıyıya ayırıyor şehri ve yine bizim Boğaz köprümüz gibi de bir Köprüleri var.
Nehir kıyısında ya da ilk ağzımdan çıktığı gibi, buranın kordonboyunda yürürken hiç yabancılık çekmedim o yüzden. Portekizli dostlar bu akşam saatlerini “happy hour” ile şereflendirmekte, şatafatsız koltuklarda, banklarda, çimenlerde ya da yerde oturarak içkilerini yudumlamaktaydı. Kimisi tek başına nehri seyrediyor, kimisi sevdiklerine sarılıyor, çoğu arkadaş gruplarında sohbet ederken Cuma akşamını kucaklayıp hafta sonuna yer açıyorlardı.
Nehir kenarında yürümeye devam ederken Cais de Sodre istasyonunun arkasında tam da beklediğim gibi Mercado da Riberia’yı buldum. Kendisi “heaven on earth”, cennet de diyebileceğim bir tür sabit pazar ve food court.
500 kişilik oturma kapasitesiyle, deniz mahsülleri, Asya mutfağı, sushi, hamburger, peynir ve şarküteri, çikolata, dondurma ve şarap dükkânı gibi her zevke hitap edecek küçük küçük cafe ve mağazalardan oluşuyor.
Lizbon’daki ilk akşamı en sevdiğim sushi çeşitlerinden bir tabakla karşılarken hep hayalini kurduğum ülkeye sonunda gelebilmiş olduğuma kadeh kaldırdım. Günün kapanışını ise, muz ve çilekli leziz bir meyve tabağı ile rose şarap eşliğinde evin mini balkonunda yapmış oldum.