Lizbon’daki ilk gecemde sabahın üçünden itibaren nerdeyse her saat başı uyandım. Nasıl bir gürültüydü anlatamam size; bağrış çağrış… Haftasonunu karşılamanın dayanılmaz hafifliğini Portekizliler doyasıya yaşadılar tüm gece. En son saat 07:30 olduğunda kalktım, notlarımı açtım ve bugünü planlamaya çalıştım.
Croissant ve kahve eşliğindeki hazırlıktan sonra saat dokuza gelirken evden çıkıp düz aşağı inerek Rua de Alecrim’den yürüyünce, sağda tramvay durakları vardı zaten. Cais do Sodre istasyonundan geçtiğini öğrenmiştim de bilet nasıl nerden alınıyordu, onu çözmek biraz zaman aldı. Sonunda biletmatiklerden kart alıp dolum yaptım. Yirmi dakika içinde gelen ve Alges yönüne giden tramvaya binerek heyecan verici Belém gezisi başlamış oldu.
Belém, Vasco da Gama’nın 1497’de Hindistan’a gitmek üzere yola çıktığı ve bir yıl sonra geri döndüğü yer; bu anlamda da denizcilikte tarihi bir önemi var.
Belém’de karşıma çıkan ilk devasa bina, Mosterio dos Jerónimos oldu. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bina, Portekiz’in Manueline mimarisinin ve Avrupa Gotik’inin önemli örneklerinden biridir. İnşaatı, 1502’de Vasco da Gama’nın Hindistan’a yaptığı yolculuktan sağ salim dönmesi karşılığında yapılan bir adak ile başlamış.
Mosterio dos Jerónimos’un önünden yürürken tabelada görünce Palácio Nacional da Ajuda’ya çıkmak istedim ve yakın sandım; ama çok yanlış bir hareket olduğunu ve yolu ne kadar uzattığımı kısa süre sonra anladım. Hatta biraz kayboldum da çinili porselen karolu evler arasından Rua Terrace’dan ara sokaklardan Rua do Jardim Botanico’yu takip ederek saraya ulaşabildim – ama çok vakit aldı. Yolda beni en çok gülümseten ise yüksek apartmanlar arasında sıkışmış (yukarıda gördüğünüz) şipşirin ev oldu.
Ajurda’nın girişinde ve avlusunda birbirinden güzel heykeller vardı. Önlerinde uzun uzun durup bakmaktan kendimi alamadım. Saraydan çıkıp Calçada da Ajuda üzerinden yokuş aşağı yürümeye başladım. Ellerinde Pazar torbalarıyla yürüyen teyzeleri takip edince karşıma çıkan pazar yerinde biraz Salı Pazarı havası aldım, sonra da penyelerin ve balıkların arasından tekrar caddeye geri döndüm. Sürekli evlerin ve özellikle balkonların fotoğraflarını çekerek nehir kıyısına kadar indim; bu rotada gidince Museu Nacional dos Coches yani at arabası müzesini pas geçmiş oldum; ama neyse ki televizyonda görmüştüm. Nehir kıyısından kırmızı köprü manzarası, bembeyaz yelkenliler ve dehşet bir rüzgâr eşliğinde, neredeyse uça uça Padrão dos Descobrimentos’a (Keşifler Anıtı) doğru yürüdüm. Padrão dos Descobrimentos, 1960 senesinde Denizci Henry’nin 500. Ölüm yıldönümü anısına yapılan gemi şeklinde ve yekpare betondan 54 metre boyutunda bir anıt. Anıtın hemen önünde büyük Portekizli kaşiflerin gittiği yerleri gösteren bir dünya haritası yer alıyor.
Nehir kıyısında yürümeye devam edince – ki bunu yaparken şalımı başıma sarıp ceketimin yakasını kaldırmam ve rüzgâra karşı inatla ilerlemem gerekti. Torre de Belém (Belém Kulesi), Tejo Nehri’nin ağzını korumak için Dom Manuel döneminde inşa edilmiş. Lizbon’un en tanınmış sembollerinden olan kule, yapıldığı dönemde suyun ortasında bir adada durmaktaymış; ancak 1777’deki deprem sonrası nehrin yatağı değişince kulenin konumu da etkilenmiş.
Hemen kulenin yakınında, Vela Latina diye küçük bir cafe’de saatlerdir yürümenin ve büyük bir açlığın ödülünü kasadaki görevlinin, hepsi sizin mi? diye sorduğu tepsi dolusu yemek ile aldım. Açlık ve yorgunluğu giderdikten sonra, karnım tok, ayaklarım yorgun, 15 numaralı tramvayla eve döndüm. Belém’den ayrılmadan önce yapmayı atladığım ve arkadaşlarımdan çok tepki aldığım şey ise, Pastéis de Belém’in önünde sıraya girip Portekiz’in ve pastanenin en meşhur spesiyali “pastéis de nata” yememem oldu. Pastéis de nata, içi kremalı, dışı çıtır milföylü bu tatlının hikayesi ise ilginç. Rivayete göre, manastırdaki rahipler giysilerini beyazlaştırmak ve şarapları berraklaştırmak için bolca yumurta akı kullanırlarmış; ellerinde kalan yumurta sarılarıyla da çeşitli tatlılar yapar olmuşlar. Devrim sonrasında manastır kapatılınca işsiz kalan bir rahibin geçimini sağlamak için yaptığı bu kremalı milföy tatlısı dillere destan olunca tarifin patenti de alınmış ve herkesten saklanmış. Bugün bile hala tatlının hamur ve kreması gizli bir odada yapılıyor ve çalışanlardan sır gibi saklanıyor. Belém’de yemedim belki ama Lizbon’dan ayrılmadan tadıp çok da beğendiğim bu lezzeti siz siz olun mutlaka Belém’de, yerinde, deneyin.
Hava değişikliği, ıslak saçla çıkıp rüzgâr yemenin verdiği sinüs etkisi ya da bilemiyorum yorgunluktan belki, evde sıcak çay içip bir süre uzanmam gerekti. Akşamüzeri dört buçuk gibi anca çıkabildim. Hedef, Rua do Alecrim’den yürüyerek önce Sé Cathedral, Castelo ve sonra Alfama bölgesine ulaşmaktı. Önce Praça do Comerco’ya inip hafif bir yokuş çıkarak Sé Cathedral’ine vardım. İçine girip ağır adımlarla yürüdüm, banklardan birinde oturdum, çok ihtişamlı bir mimarisi olmamakla birlikte asıl vermesi beklenen huzur ve dinginliği aldım; o huzurla da çıkıp Kale’ye doğru yürümeye devam ettim.
Yol üstündeki seyir terası gerçekten kaçırılmayacak bir Lizbon manzarası sunuyordu. İki sokak ressamının resimlerine baktım, fotoğraf çektim, biraz ileride daha geniş bir meydandan benzer manzarayı daha geniş ölçekli olarak görebildim, yine mest oldum. Kırmızı çatılar, mavi gökyüzü, nehir, beyaz boyalı evler, çıtı pıtı dantel oyası gibi çok güzeldi hepsi…
Seyir terasından gördüğüm Alfama evleri beni çekti, Kale’den önce Alfama sokaklarında gezinip evlerin avluların arasında kaybolmayı tercih ettim. Camdan cama seslenen ve çamaşır asan kadınlar, sokakta futbol topu peşinde koşan çocuklar, merdivenlere oturmuş bira içen gençler, bir yanda eski dokuyu korumuş duvarlardaki seramik duvar karoları bir yanda modern duvar resimleri… Bol bol fotoğraf çektim.
Günümüzde şehrin en çok turist çeken yerlerinden biri olan Castelo de São Jorge bir zamanlar şehrin merkeziymiş. Dolambaçlı yollarla ulaşılan Kale, içindeki yürüyüş yolları ve seyir noktaları ile şehrin seyredilebileceği güzel manzaralar sunuyor.
Akşam yemeğini Restaurante Alfaia’da geleneksel bir menüyle yapıp peşinden fado dinlemek istiyordum. Restoranda son boş yeri yakalamayı başardım ama tavsiye edilen A Tasca do Chico’nun önündeki kalabalığa rağmen içerden müzik sesi gelmiyordu. Belki de ara vermişlerdi ama günün yorgunluğuyla bekleyemeden eve döndüm. Ertesi gün de trenle gideceğim bir başka kasaba, Sintra için erken kalkmam gerekecekti.
Sintra, eskiden Portekiz kraliyet ailesinin yazlık ikametgahıymış; 1995’ten beri de UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmış durumda. Rossio istasyonundan her 15-20 dakikada bir kalkan trenlerle 45 dakika kadar bir sürede ulaşabiliyorsunuz. Sintra, ulusal sarayı, bahçeler içinde güzel malikaneleri, meşhur Palacio da Pena ve benim de çıkma şansı bulduğum Mağribi kalesi ile görülmesi gereken yerlerden. Restoran konusunda çok araştırma şansım olmadığı için yemeği oldukça turistik bir lokasyonda, Cafe Paris’de yemek zorunda kaldım; ama en azından tuvaleti temizdi ve yemek de lezzetliydi diyerek kendimi avuttum. Turizm ofisinden aldığım broşürler ve biraz kafa karışıklığı sonrasında kaleye çıkmaya karar verdim. Kalabalıkla birlikte sıra beklenen otobüs ve tıkış tıkış gidilen yolun sonunda bir de tırmanış yaparak kalenin surlarına çıktım; görmeyerek kafamı vurduğum geçidi hiç anlatmayayım. Epey acıdı.
Sintra’dan Lizbon’a döndüğümde Pazar akşamüzeri olmuş, ertesi gün İstanbul’a uçacağımı bildiğim için biraz huzursuzlanmaya başlamıştım. Hani küçük çocuklar “nolur biraz daha biraz daha” diye ya çizgi film ya da dondurma için tutturur ya, bıraksanız ben de mızıldanacağım da kime ne diyeyim… Yarın gerçek dünyaya döneceğim, kaçış yok.
Ben de, Pazar akşamınını biraz olsun benzer duygularla karşılayan Portekizli dostlar gibi River Tejo’ya karşı çimlere attım kendimi. Amalia Rodriguez dinledim. Güneş son ışıklarını üzerime bırakana kadar çimlerde kah oturdum kah yattım. Akşam yemeği için de çok eski arkadaşım Sergio ile sözleşerek şehrin gece hayatıyla tanınan kıyısından selam durdum Lizbon’a. Ponte 25 de Abril’in hemen altında, lüks gezi gemilerinin uğradığı ana rıhtımlardan biri olan Doca de Alcântara’da güzel bir yemek ve sangria ile eski günlerimizi yadettik ve tekrar görüşmek dileğiyle geceyi noktaladık. Vakit kalmadığı için gidemediğim Parque das Nações ve Parque Eduardo VII ile Sergio’nun mutlaka yazın gelip görmemi istediği Lizbon sahili (özellikle de Cascais) ise bir sonraki sefere kaldı. Tabii canlı fado dinlemek de…