İnsan görmeyi ama gerçekten öylece oturup insanları izlemeyi; yüzlerinden, duruşlarından anlamlar çıkarmayı özlemişim.
Bir kutudan çıkıp başka bir kutuya girdiğim bu döngüde, işten izin aldığım bu çok özel günde, arabamı bırakıp iskeleden vapura atlayarak kaçıyorum…
Neden mi? Trafikten, saygısız şoförlerden, kornalardan, egzozdan, aceleden, frenden, gerginlikten…
Kaçıp karşı yakaya geçiyorum.
Gerçekten özlemişim bu durma halini. Buna acıkmışım. Gözlem yapma aşkımı, bunla beslendiğimi, trafikte kaybolan saatlere ya da evde yorgunluktan pestilim çıkmış yatarkenki yalnızlığıma şikayetim biraz da bundanmış. Doğaya, insana, sese, nefese, canlıya hasret kalmışım.. susamışım.
Öylece bakıyorum. Ayaklarım vapurun demirlerine dayalı, açık havada oturmanın keyfiyle bakakalıyorum…
Anonsta “Karaköy vapuru hareket etmiştir, lütfen acele etmeyiniz”, derken halatçı abininkapıyı hafif aralık bırakarak tutarken “acele edelim” demesi gibi, bazen bizi tufaya düşürebiliyor hayat.
O şaşkın, ne yaptığını bilmez halimizden sıyrılıp kendimizi hatırladığımız anlar armağan ediyor yine aynı ben’lik. Bendeki sen, sendeki biz, hepimiz… Aslında ne çok şey duyup hissederken o hisleri tek tek dondurup bir kafesten diğerine giriyor, bir kutudan çıkıp başka kutuya yerleşiyoruz. Yürüdüğümüz yollar aşınıyor, kafes paslanıyor, kutular eskiyor ve biz her şeye rağmen o düzen bozulmasın diye bir tünele girip diğerinden çıkmaya devam ediyoruz.
Ne için? Tek bir nefeste uçuveren bir hayat adına mı?
