Hayata Dair

Selvi ağaçlarının gölgesinde

Karacaahmet Mezarlığı’na komşu bir sokakta doğup büyüdüğüm için olacak, ölüm ve mezarlıklar doğrudan korku hanesine yazılmadı. Çocukken cenaze törenlerini ya da bayramda kabir ziyaretine gelenleri salonun camından merakla izlerdim.

Evde hayalet ve cin hikayeleri anlatılmadığı, anlatılsa bile büyük ihtimal bunlara kanmayacağım için selvilerin gölgelediği beyaz mermer mezar taşları da hiç ürkütmedi. Kardeşim için de aynı şekilde.    

Evimize yakın olduğu için, dedemle anneannemin kabrine yürüyerek giderdik bayramlarda. Ciddiyetle yürürken pek konuşmaz, hele de ana kapıdan girince hepten susardık.

Ben her seferinde ilk kez giriyormuş gibi; ama bir yandan da çok tanıdık ve güvenli bir yere dönmüş gibi hisseder, yürürken mezar taşlarını, taşların üzerindeki yazıları, varsa vesikalık fotoğrafları ve ölen kişinin mesleği ile unvanını, mezarın ne kadar bakımlı olduğunu ve dikilen türlü türlü bitkiyi, bir ömrün özetini çıkarır gibi incelerdim. 

Elbet küçük yaşlarda daha çok ama ne zaman aile büyüklerimizin başında dua etsem huzurla karışık bir özlem, yas ve hiçlik duygusu birbirlerine karışır, bildiğim tüm duaları peş peşe ve tekrar tekrar hızla söylemeye çalışır, tüm kalbimle korunmalarını ve iyi olmalarını dilerdim.

Yıllar geçse de, Karacaahmet gibi adeta botanik bahçesine dönmüş eski mezarlıklarda hâlâ garip bir dinginlik bulurum. Binlerce hayatın durağan bir sona erişle noktalandığı bu yerde kuş sesleri, birbirine karışmış ağaç dalları, budanmadığı için alıp başını giden çeşit çeşit yabani ot hayatın tüm karmaşası ve coşkusunu korkusuzca sergilemektedir. Dingindir dingin olmasına ama aynı zamanda capcanlıdır. 

*

Varlığını bildiğim ölüm gerçeğinin en korkutucu hatırlatmalarını üçüncü sayfa haberlerinde, pandemide, deprem ve sel ve yangın gibi felaketlerde yaşamış olsam da tanıdığım birinin ya da tanıdığım birinin yakınının kaybı daha farklı elbette.

Dedemin ölümünü hayal meyal hatırlıyorum, kardeşim zaten o tarihte çok ufaktı, hatırlamaz. Anneanneminkinde ise ne yazık ki iş sebebiyle İstanbul dışındaydım. Gözyaşları içinde eve geldiğimde zaten o gitmişti. Yıllar boyunca ondan af diledim, o gün orda olmadığım için, son günlerinde ona iyi davranmaya gayret etmediğim ve kendi tempomda umarsızca yaşayıp gittiğim için…  

Ne zaman son kez günaydın dediğimizi ya da son kez yanyana oturduğumuzu bilemiyoruz. Hele de mutsuzluk içinde kendi sıkıntılarımıza dalmışsak, en sevdiklerimizi bile gözümüz görmüyor bazen. Yanlarından geçip gidiyoruz. Sonra da bir bakmışız, gidivermişler. 

Biri ölmeden önce yanında olmayı istemek, neden bu kadar önemliydi, benim için? Son bir veda, helallik almak, son bir kucaklaşma mı… Ama uykusunda öldüğünde bunları yapma şansım yine tam olmayacaktı; üstelik onun uykusunda ve huzurla ölmüş olması daha önemli değil mi?

*

Mezarlıklarla ilişkime kıyasla ölümle kurduğum ilişki o kadar yakın ve samimi değil belki de. Kendimi sakındığım bir tedirginlik getiriyor ölümü düşünmek. Her ölüm, biraz kendi ölümünü, biraz geçmiş ölümleri, biraz da gelecekteki ölümleri düşündürüyor insana. Göğüs kafesinin ortasına acı bir şey bırakıyor. Başkasının acısı asla tam olarak paylaşılmıyor; ama onun acısına bakarken hem bu acıyı kısmen hissediyor, tahmin ediyor hem kendi acılarını hatırlıyor hem de gelecek acıları tahayyül etmeye çalışıyorsun.

Ben çoğu şok anında olduğu gibi ölüm durumunda da kalakalıyorum. Kelimeler anlamsız geldiği için “başınız sağolsun” dışında bir cümle kuramıyorum. Elim kolum bağlanmış gibi, nerede duracağımı, ne diyeceğimi, ne yapabileceğimi düşünemez oluyorum.

Tanımadığım bir kişi için bile olsa cami avlusunda cenaze namazını beklediğimde ya da duasına gittiğimde çok az konuşuyor ya da tamamen susuyor; tüm sükunetimle o ana saygıyla, başım eğik ve gözlerim önümde öylece durmak istiyorum. Birbirini görünce bir anda sohbet etmeye başlayan ve gülen insanları tabii ki yargılamıyorum; ama kendi içime çekilip çevreyi gözlemlediğim bu anlarda cami avlusundaki o koyu sohbet havasını ya da dua okunurken fısır fısır sohbet eden teyzeleri anlamakta zorlanıyorum.

Birileri acı çekerken, ben bu kadar rahat davranamıyorum. Birileri bu dünyadan uğurlanırken, hiçbir şey olmamış gibi yapamıyorum. Sayısız anda sayısız duygu yaşamış bir ruh aramızdan uzaklaşırken onun da bu sessizlik ve dinginliğe ihtiyacı varmış gibi geliyor bana.

Bir rüzgâr esintisi, gökte uçan bir kuşun kanadı, ağaçların gölge ettiği bu toprak nasıl bu ana tanıklık ediyorsa, biz de tüm varlığımızla şahit olalım istiyorum: Bir ruh geldi ve geçti bu dünyadan, uğurlar olsun.

* Karacaahmet Mezarlığı: “Osmanlı İmparatorluğunun en büyük ve en eski kabristanı olup, ortalama yüz elli milyon insanın ebedi istirahatgâhı olduğu tahmin edilmektedir. Kabristan 12 parsele ayrılmıştır.”

VN:F [1.9.22_1171]
Rating: 0.0/10 (0 votes cast)
VN:F [1.9.22_1171]
Rating: 0 (from 0 votes)
Share

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

* Copy This Password *

* Type Or Paste Password Here *