Ertesi sabah yine erken kalktık, çaylı, domates ve peynirli güzel bir kahvaltı da ettik. Ev sahibemizle günaydınlaştık. O da bize meşhur Buza Bar’a nasıl gideceğimizi anlattı. Otoparktan arabayı çıkarıp bize tarif ettiği otele götürmek üzere yürümeye başladık ama sıcak bizi bizden aldı tabii. Gruz’da arabayı park ettikten sonra Hırvat İDO’su Jadrolinija’nın Elafiti Islands seferine yetişmek üzere de epey bir yürüdük iskeleye kadar. Bu ne sıcak!
Elafiti Islands aslında 3 adadan oluşuyor, ama sefer saatleriyle zaten ikisine anca gidebiliyorsun günübirlik. Zaten biz üçüne de gitmek istiyoruz dediğim biletçi epey dalga geçip eğlendi kendi dilinde ve ben sadece “anladım dalga geçiyosunuz ama napiyim” manasında “I’m sorry” diyebildim vurgulu bir şekilde.
Sonuç olarak iki adalı biletimizi alabildim ve ilk olarak Kolocep’e sonra Lokrum’a geçtik biz de.
Kolocep’teki kumsalı çok sevmedik. Biraz ileriye yürüyüp çakıl taşlı kısımda girdik, tabii ben denizkestanelerine çıkmamak için kasarken bacağımı yere çarpıp deştim. Daha sonra gittiğimiz Lokrum’da da sığ denize şap diye atlayınca, iki bacağımdan da yaralanmış oldum. Sonuç olarak sol dizim kanayıp kabuk bağladı, sağ bacağım da iki büyük çürükle döndü Dubrovnik’e. Olsun, Adriyatik’e feda olsun.
Adalar nasıldı, derseniz aşağıdaki resim Lokrum’dan. Lokrum’da en güzel plajlardan biri olduğunu okuduğumuz Šunj plajına varmak için adayı bir uçtan bir uca geçmemiz gerekti. Bir ara daha fazla gidemeyeceğiz sandık ama sonunda deniz göründü. Šunj sığ deniziyle, kumluk bir sahil, bana Ilıca’yı hatırlattı ama Ilıca kadar uzun bir sahil değil. Sanırım Hırvatistan sahilleri genellikle kayalık olduğu için kumsallar bu kadar rağbet görüyor. Deniz sığ olunca da gençlerin favori eğlencesi Budva’da da rastladığımız gibi şeffaf balonlar içine girmek ya da tenis topu gibi bir topla oynadıkları voleybol.
Dubrovnik’e gideceğimiz vapurun gelmesi, son vapur olduğu için uzun bir sıra olması, tüm yolcuların dizi dizi ağır ağır vapura binmesi falan derken şehre dönüşümüz akşam sekizi buldu. Gruz’dan otobüsle Dubrovnik merkeze döndük, soğuk soğuk yediğimiz kavunla tamamladığımız akşam yemeği yine evdeydi. (Gerçekten evimiz gibi oldu kaldığımız daire.)
Ertesi gün, Cuma, Dubrovnik’teki son günümüz, yine alışık olduğumuz üzere sabahın erken saatlerinde başladı. Surları gezmeyi sabaha bırakmıştık ve surlar sabah 8’de açılıyordu ki biz de 8’de surlara çıkan ilk turistlerden olduk. İyi ki sabah en erken saatte çıkmışız zira bir saat süren surlar üzerinde yürüyüşümüz sonunda sanki öğlen sıcağında kalmış gibi kan ter içindeydik. Manzara güneşe rağmen enfesti. Eski marina ve arkada gözüken Lopud Adası ile vazgeçilmez cruise gemileri fotoğraflarımı süsledi.
Son günümüz olması sebebiyle biraz dinlenelim dedik ve denize sonunda ada dışında bir yerde (sanırım biz ada olayını biraz abarttık bu gezide), Old Town’un hemen ilerisindeki Banje Beach’te girdik. Turkuaz sularda yüzerken hemen yanında eski şehrin surlarını izleyebiliyor insan, sanki yüzyıllar önce bir zamanda yaşıyormuşsun gibi, çok keyifli. Hem kumu güzel, hem çabuk derinleşiyor, şimdiye kadar gezdiklerimizin arasında girmesi en rahat, en karşı konulmazlardan biriydi. Bu arada deniz pek tuzlu değildi; hatta tatlı bile diyebiliriz.
Ne yazık ki güneş o kadar yakıcıydı ki şemsiyenin altında gölgede bile cayır cayır yanar gibiydik. Zaten Avrupa’da yılın çok az günü güneş gören İngilizler ve Almanlar o peynir gibi vücutlarla ve çılgınca bir sabırla güneşin altında yatıp nasıl kızarıp bozarmaya katlanıyorlar anlamıyorum. Biz saat üçü biraz geçe pes edip kalktık, odamızda buz gibi kavun karpuz keyfi yaptık.
Dubrovnik’teki son akşam yemeğimizi manzaralı güzel bir yerde yiyelim demiştik. Plaja giderken önünden geçip beğendiğimiz Revelin Klub’a gitmeye karar verdik. Yan masadaki Amerikalı çiftle sohbet de, yemekler ve manzara da, kibar ve yakışıklı garsonumuzun servisi ve tavsiyeleri de güzeldi. Yemekten sonra yarın sabah geri döneceğimizi bildiğimiz için ayaklarımız geri geri giderek gezindik, fotoğraf çektik ve sabah 5te kalkacağımız için fazla geçe kalmadan odaya döndük.
Ertesi sabah saat 5te uyanıp toparlandık. Klimalı güzelim odamızdan sabahın o saatinde hala nemle sıcakla yapış yapış Dubrovnik sokaklarına çıktık. Tahminimce dün akşamki partiden (Gramophonedzie) yeni yeni dönen gençler sallana sallana yürüyor, bir kısmı yerlere yatmış ayılmaya çalışıyor, bizse bütün bir yıl iple çektiğimiz iznimiz elimizden alınmış gibi bugüne küs başlamış iki kız, taksi durağına gidiyoruz. Taksiyi bir süre beklememiz gerekti. Sonra Gruz’dan arabayı alıp havaalanı yoluna girdik. Dubrovnik’ten uzaklaşırken de son bir kez geriye bakıp şehirle vedalaştık.
Hikâyenin devamı hüzünlü biraz, Dubrovnik havaalanında bekleyiş, bir saatlik yolculukla Zagreb’e ulaşıp orda da önce THY’nin check-in’i başlatmasını sonra uçağın kalkmasını beklediğimiz, beklerken de sudoku çözüp zaman geçsin diye İngiliz magazinlerini satır satır okuduğumuz (geçmek bilmeyen) koskoca beş saat… Akşam altı gibi İstanbul’a geldik ve akşam trafiğini atlatmak için kendimi deniz otobüsüne dar attım.
Dubrovnik için not:
1) Yazın gidiliyorsa mümkün olduğunca beyaz, hafif, tiril tiril şeyler giymekte ve galonlarla su içmekte fayda var. Neyse ki bolca çeşme var ve taş evlerle dar sokaklar da bir nebze nefes aldırabiliyor insana.
2) Araba kiralamayı düşünüyorsanız, sadece çevre şehirlere gitmek için düşünmek daha anlamlı, Old Town ve çevresindeki yakın adalar için gerekli değil. Üstelik Old Town’a araba sokulmadığı için boşu boşuna otoparklarla uğraşmak gerekecek.
3) Her yer taş; kaygan taşlarda, hele de güneşin alnında ve sur tepelerinde kayıp düşmemek için dikkatli olmak gerek, parmak arası terlik yerine spor ayakkabı tercih edilebilir.
4) Hırvatistan’ın lavantası meşhur; ama en güzel ve fiyatça uygun hediyelikleri Hvar’da gördüğümü söylemem lazım.
Yazı iple çekerek kapatıyorum bu yılı. Herkese iyi seneler…
Diğer seyahat yazılarına da göz atmak isterseniz…