Denize bakıyorum, açıklarda dalgalı, çivit mavisi Ege denizi. Burayı güzelleştiren, iyi ki dedirten, iklimimi ılımanlaştıran, alnımdaki çizgileri yumuşatan deniz. İçinde kaybolmadığım; ama sesiyle bile arındığım deniz.
Şu su kadar berrak olabilsem, diyorum kendime. Mümkün mü bu kadar şeffafken nefes alabilmek? Barınmak tüm beklentilerin ve yargıların gölgesinde, devam etmek hayatın çetrefilli yollarında…
Bu sabah, kimselerin uğramadığı bir koyda, yanımda getirdiğim rejisör koltuğumu hasır şemsiyelerden birinin altına yerleştirip çakıl taşlarına vurup kaçan denizin sesinde terapi gördüm. Bulutların gölgesinde üşüdüm, rüzgarda ürperdim ve dalgalardan enginlere, uzaktaki iskeleden iki yanda uçuşan kırlangıçlara kadar herşeyiyle sevdim burayı.
Sanki anlatmaya başlasam, hiç duramayacakmışım gibi, yazmaya otursam ömrümü kağıtlara dökebilecekmiş gibi bir his büyüyor içimde. Kendi kendime söylenmelerim, aklımdan geçen kısacık tek tük cümlelerim buluşuyor, genişliyor ve uzun bir destan gibi dilden dile dolaşıyor.
Bir başlasam, hele bir başlasam, kendi halinde çocukluğum, düşe kalka ergenliğim, elden düşme gençliğimle evhamlı ve telaşlı yaşlılığım birden dile gelecek. Hangi şarkıyla içlendim, hangi söze gücendim ve neden şeftaliyi diğer meyvelerden daha çok severim, hepsini anlatabileceğim. Beni alıp götüren bir nehir olacak, eğer o çağlayandan akmayı göze alabilirsem… Beni büyüten bir tecrübe, eğer o an “Hayır” demeyi başarabilirsem… Değer verdiğim hiçbir şeyin benden kıymetli olmadığını anlayabileceğim, eğer o sabah öğretmenle inatlaşacağıma yarım sayfacık yazıyı herkesin içinde okumaktan çekinmezsem…
…
Devamı belki sonra…