Paris’te bir sabaha daha uyanmak… Ne güzel, ne büyük şans. Bu şehirde aşk var, bu şehirde büyülü bir hava var, kesinlikle. Gözlerimi açtığımda pencereden sızan güneş ışığıyla gülümsüyorum.
Beyaz mor küçük kasımpatılar ve mini mini gonca sarı güllerden oluşan buketimi içime sokar gibi derin derin kokluyor, bozulmasınlar diye hemen suya koyuyorum.
Rokfor peynir, domates, croissant ve kahve ile enfes bir kahvaltı.
Kahvaltıdan sonra öncelikle Bastille yönünde, enfes süslemeleriyle devasa binaların arasından yürüyüş; ardından metro ile iki hat değiştirerek Sacre-Coeur’e gidiş.
Metro çıkışında, önümde yürüyen adamın arka cebinden cüzdanını almak üzere elini cüzdana götüren çocukla göz göze gelmek. Beni fark edince elini cüzdandan çekti sanırım ama ürktüm çok. Kalabalık. Bul karayı al parayı oyunu ve düzenbazlar. Sevmedim bu metro çıkışının kalabalığını. Tekin değil etraf, çok belli.
Dosdoğru yokuşu ve sonra da merdivenleri çıkarak Sacre-Coeur’e varış. Montmarte tepesi üzerindeki bazilika şehrin en yüksek noktasında. Merdivenlerde oturanlar, fotoğraf çekenler, hediyelik süsler satan göçmenler…
Bazilikanın ardındaki Montmarte Ressamlar Tepesi pek güzel. Geçmişten günümüze birçok dünyaca ünlü sanatçının bu tepede stüdyoları bulunuyormuş. Burada çalışmış ressamlardan bazıları Pablo Picasso, Salvador Dali, Claude Monet ve Vincent van Gogh diye yazıyor kitaplar.
Montmarte’da çook cici bir hediyelik dükkanında kendimi kaybederek alışverişe kapıldım. Paris manzaralı çizimler, Amerikan servisler, çantalar, neler neler…
Çıktığımda mutluluktan gözlerimin içi gülüyordu. Yürürken insanın burnuna tüten Starbucks kahve kokusuna ilk önce yok daha neler, desem de ne burun varmış kardeşim, hakikaten de bu tarihi meydanda bir Starbucks çıktı karşımıza.
Okuduğuma göre Montmarte’daki bu Starbucks’ın bu yaz açılışı epey tepki almış; ama kimse mani olamamış. Ben yine de Fransızların kültürel mirasına saygıyla, Starbucks’a değil hemen yakındaki cici mi cici cafe’ye giriyorum: La Galette des Moulins Cafe. Burada öğle molası vererek nefis ıspanaklı kiş ve asıl bomba incirli tartın tadına bakmanız gerek. Minicik balkon terasında oturup kahvenizi yudumlayabilir, burayı yuva edinmiş serçelerle dostluk kurabilir, bir yandan da terası saran yaprakların arasından meydanda yürüyen, akordeon çalan, söyleşen, dinlenen insanları seyredebilirsiniz.
Bu küçük ama pek enerjik molanın ardından bistroların, patisserie ve marketlerin arasından yürüyüş.
Montmarte Mezarlığı’nda hayatla ölüm arasındaki ince çizgiyi takip etmek. Alexander Dumas’ın da aralarında bulunduğu mezarlıkta rehber eşliğinde bir tur da geziyor ve fotoğraf çekiyordu. Ortancaların pembesiyle mezarların girişi ve yemyeşil ağaçlar, otlar, sarmaşıklar. Üzerinden insanların yürüdüğü köprü, altında ise ölüler. Bu renksizlikte rengârenk boyanmış, adeta tablo gibi resmedilmiş bir mezar taşı. Boynu bükük ağlayan bir melek heykeli. Dinginlik. Hafif bir esinti. Huzur. Ağaçlar, yeşil, sarmaşık, gri, heykeller. Fısıldar gibi konuşmak – adeta rahatsız etmemeye çalışır gibi.
Mezarlığı baştan başa yürüyemesem de çok uzun zaman geçirdim diyebilirim – ki akşam karanlığı çökmeye başlarken ayrıldım ordan. Metroya yürüdüm önce, iki aktarma yaptım ve yol yön bakmadan elimle koymuş gibi buldum Lüksemburg Bahçeleri’ni.
Enteresan bir şekilde insan telaş etmediğinde her şey daha basit sanki. Endişeye mahal yok dostlar.
Lüksemburg Bahçeleri, Paris’in en büyük ikinci parkıymış. Satranç oynayanlar, tenis oynayanlar, briç oynayan amcalar, sevgililer, pusetlerde bebekler, aileler, kaykaylı çocuklar, kitap okuyan gençler, sohbette arkadaşlar… O kadar güzeldi ki.
Bir çocuk, çorapları çıkmış, beli açılmış halde yere atmış öylece duruyor. Ne anne babası ne başka biri panikle onu kaldırmaya çalışıyor. Uzaktan izliyorlar sadece. Toprakla buluşmuş, ellerini, yanaklarını yere yapıştırmış, öylece duruyor çocuk, sere serpe yerde.
Doğaya yakın olmazsa, bir insan insanlığını da unutuyor elbet. Ne yazık ki bizim çocuklarımız anca betona düşüyor ve zırıl zırıl ağlarken kollarından çekilip ayağa kaldırılıyor. Ne olduklarını anlamadan bu betonlarda sağlam adım atmaları bekleniliyor kendilerinden. Ama çoğu zaman asfaltımız da sağlam değil, insanlığımız da.
Atkestaneleri yerlerde. Yaşlı bir adam bankta dinleniyor. Bebeğini gökkuşağı renklerinde bir şalla göğsüne bağlamış bir anne. Büyük kızı, arkalarından geliyor. Bir oturup bir kalkıyor, yürüyor, yere çömeliyor ve çömelirken de kafasını eğip karıncalarla konuşuyor. Annesi, arada dönüp bakıyor, gülümsüyor kızına ve önüne dönüp bir iki adım daha atıyor.
Sağlıklı bir toplum için sağlıklı çocuklara, sağlıklı çocuklar için sağlıklı anne babalara ihtiyacımız var.
Ben küçükken büyükler sohbetlerinde Türklerin misafirperverliği, yardımseverliğini över; Avrupa’da ne komşuluk ne dostluk var derlerdi. Asıl şimdi, büyük kentlerde akşam oturmaları ve ihtiyaç anında yardıma koşma ne seviyede, hatta komşusunun ismini kaç kişi biliyor, söylesenize bana. Bence bizim misafirliğimiz de insan severliğimiz de ya lafta ya tarihte kalmış.
Şu Paris’te bir apartman dairesinde kalıyorum da, komşuluk nedir anca gördüm. Kapıda karşılaştığım herkes Bonjour diyor, teyzeler amcalar gülümseyip gözünün içine bakarak kibarca selam veriyor; parklarda bahçelerde de yakınlık, dostluk, sohbet görüyorum sadece. Kimse ipad’ine iphone’una gömülmemiş. Ya kitabını okuyor sakince, ya arkadaşlar çember olmuş sohbet ediyorlar, birlikte spor yapıyor veya oyunlar oynuyorlar. Paylaşmak bu değil mi…
Biz İstanbullular ne yapıyoruz peki… Sakınarak, korunarak, sosyal medya dışında sosyal güdülerimizi kısıtlayarak, günaydın dediğimizde bile bunda art niyet algılayabilecek insanlarla yan yana yaşadığımızı düşünerek kurutuyoruz hayatımızı. Pek kolay da değil hani öbür türlüsünü yapmak. Selam vererek tebessüm ettiğinde ağzının suları akan mı ararsın, kibarlık edip yaya geçinden geçeni bekledin diye korna yemek mi dersin…
Daha önce yurtdışında kaç kere olduğu gibi bu sefer de Paris’te bir parkta daldım gittim işte ben yine…