İnsan, kendisine sunulan olanakları bir süre sonra kanıksayan, hatta “daha fazlasını” isteyebilen bir canlı. Gelişim ve ilerleme için faydalı olan bu özellik, sıradan bir hayat içinde “sürekli sunan” taraf ile “almaya alışan” taraf arasındaki uçurumu ve gerilimleri ne kadar artırıyor halbuki. İnsanlığın yetinmeyen hali, bir keşif, icat ya da yaratım sürecinde bizi gururlandırırken, bu dünyaya “sürekli veren bir ruh” için çok can yakıcı sonuçlar doğurabilir.
İster iyi niyet, fedakârlık ve sevgi ile, ister böyle yetiştirildiği için, sorumluluk bilinci ve saygıyla olsun, verdikçe veren bu özel insanlar, bir süre sonra bir aydınlanma yaşarlar. Bu süre ekseriyetle çooook uzun olabilir; çünkü “karşısındakinden bir şey beklemeden vermeyi” anlamlı bulup değerleri arasına almış biri için verme hali uzunca bir süre beklentisiz devam eder. Ama hepimiz en derinde bir şeyler bekleriz hayattan.
Belki bazı şeylerin doğal olarak karşılık bulmasını bekleriz. Saygı ve sevgi gibi mesela. Saygı gösterirsem saygı görürüm, sevgi gösterirsem sevgi görürüm diyerek büyümüşüzdür; ama denklem her zaman böyle çalışmaz. Belki bize başkalarından bir şey beklememek öğretilmiştir. Belki zamanında bizi yolda bırakanlar yüzünden başkalarına muhtaç olmamaya yeminler etmişizdir. Her ne olursa olsun, müşterek hayatlarımızda birbirimize kol mesafesi nefes alıp verirken birbirimizden ufak bir gülümseme, merhaba ve içten bir teşekkür beklemediğimizi kim söyleyebilir?
Aynı çatı altında yaşadığımız aile büyüklerimizin bayram sabahında bayramlaşmak ve hep beraber sofraya oturmak istemelerine şaşırabilir miyiz? Hediye ettiğimiz bir paket açılırken biraz tebessüm görmeyi beklemez miyiz? Emek verilip sofraya konulan yemeğin tadına bakıp eline sağlık demek yerine kusur bulan birine gücenmez miyiz? Nimet tanımıyla yetişmiş, tabağında tek bir pirinç tanesi bırakmaya çekinen bir nesil, evinde her gün tabak tabak yemek dökülmeye başlansa rahatsız olmaz mı?
Kuş sütü eksik olmayan sofralarda her akşam ağırladığımız, derli toplu odalarda karşıladığımız, temiz pak çarşaflar serdiğimiz misafirlerimiz her seferinde odalarını dağınık, çamaşırları kirli ve çöplerini bizim atmamız için bırakıp giderse ne olur? Elimiz kolu dolu gittiğimiz, hediyelerle yüzleri güldürmeye çalıştığımız evler bunları umursamaz, bir kenara atar, değer göstermez, bizim için özel olan günleri unutur ve telafi etmek için de hiçbir şey yapmazsa nasıl hissederiz?
Kan bağı ne kadar yakın ya da uzak olsun, en az kendi için özendiği kadar başkalarına da özenen ruhlar, başkaları için durup dururken (ama onlar için çoook uzun süre sonra) pat diye patlayıverirler.
Bazı şeyleri sözle anlatmak zor, o yüzden küçük yaşlardan itibaren örneklerle anlatılmaları, davranışlarla pekiştirilmeleri ve içselleştirilmeleri en doğrusu. Böyle olmadığında, koca koca insanlar tam olarak, en derinde neye kızdıklarını bilmeden, güya onun bir cümlesi, bunun bir bakışı yüzünden kıyametler kopartarak sabahlara kadar kavga edebilir. Haliyle, hiçbir yere de varmaz bu kavgalar.
Peki, ama içselleştirilmemiş bir davranışı nasıl anlatabilirsin birine? Hem senin için hem karşı taraf için ne anlama geldiğini tam olarak düşünmediğin bir kavramı, mesela terbiye ya da saygı kelimesini, değer vermeyi ya da takdir etmeyi nasıl ifade edersin? Duygusal zekâ üzerine düşünmemiş birine bunun öneminden bahsetmeye nerden başlarsın?
Ne kadar empati kurabiliyorsun çevrenle? Ne kadar farkındasın kendinin ve çevrene yaydığın enerjinin? Sen surat astığında kendini görmüyorsun belki; ama seni gören onlarca kişi asık bir surat görüyor karşısında, farkında mısın? Bu koca dünyada tek bir zerre olarak, sen ne için geldin dünyaya, bu dünyaya ne getiriyorsun, bunu hiç düşündün mü? Bu dünya, hiç kimsenin sorunlarını çözmek için dönmüyor. Sen kendi dünyanı kurmak için buradasın; ama kurduğun dünya nasıl, dönüp bakmaya hazır mısın?
Senin değerlerin nedir, hayatta belirli prensiplerin var mıdır, olmazsa canını sıkacak doğruların var mıdır mesela, bunların farkında mısın? Peki, çevrendeki kişiler için bu değer ve prensipler neler, biliyor musun? Farkında olmalısın ki, bu değerlerle çatışan bir durum yaşadığında gerçekten neye sinirlendiğini anla, kendini net bir şekilde ifade edebil ve bir çözüm dili bulabilin birlikte. Öbür türlü, kendi kendine bir açık oturum kurup kendin konuşup kendini mi haklayacaksın?
Gerçekten ne istiyoruz? Ne bekliyoruz hayattan- kendimizden ve başkalarından? Denge nerede, nasıl bozuldu ve tekrar dengeye oturması için ne yapabiliriz? Bunları dürüstçe ortaya koymadan tekerlekte dönen hamster gibi koşmaya devam mı edeceğiz?
Karşıtlıkların iç içe geçtiği, zıt kutupların birbirini çektiği, tüm iniş çıkışlara rağmen (ve bununla birlikte) belli bir dengeyi koruyan hayat çarkında bizim de bu büyük resme kendi perspektifimizden bakıp biraz düşünmemiz gerek. Sıkıştığımız döngülerden kendimizi kurtaracak ve bize uygun bir dengeyi bulmayı deneyecek miyiz, yoksa patlamaya ramak kala noktasında vermeye ya da sömürürcesine alıp tüketmeye devam mı edeceğiz?