Yıllar sonra kendini görmek ve değiştiğini fark etmek… Ne kadar farklı giyiniyor, davranıyor ve tepki veriyor oluyorsun. Kendine güvenin, uzun cümlelerin ve hafif şekerli kahkahalarınla başkalaşmışsın, fark ediliyor. En azından görenler öyle diyor.
Yıllar sonra yine Amerika günlüğündeyim. Hatırladığımdan daha güzel anılarla yeni bir keşifteyim. Dükkânlarda, resepsiyonda, sokakta herkes birbiriyle sohbet muhabbette, içten günaydınlar, nasılsınlar, pazar günkü Amerikan futbolunun üstüne yorumlar… Burada alışık olduğumuz yapış yapış bir cümbür cemaatlik hali yok; bildiğimizden farklı, özgür bir sosyalleşme. Güzel de hani.
Bu ülkede hoş bir başka ayrıntı da kilolarımdan iyice arındırması beni, burası kendimi iyice zayıf hissettiriyor, neredeyse sıfır beden kategorisine gireceğim. Aynaya bakmaya ya da tartılmaya bile ihtiyacım yok, biraz çevreme bakmam yeterli. Oh ne ala!
Sıradan bir günüm, geç saate kadar yataktan çıkmamakla başlıyor. Hava aydınlandığında uyansam da yatakta kalıp gözümü bir açıp bir kapayıp biraz kendimden geçip uykuya dalıp sonra tekrar uyanıvermeyi seviyorum. Kocaman pofuduk yatakta bir o köşeden bir bu köşeye bir şu yastığa sarılıp bir camdan dışarı AT&T binasının bulutlar arasında kalan üst katlarına bakıp duruyorum. Bugün de sabah yataktan çıkmadan CSI:NY izledim. Türkiye’de izlediğim dizileri burada da buluyorum ya, biraz daha kassam kendimi evimde gibi hissedeceğim. Saat 11’de anca kalkıp giyindim, Gordon Biersch restorana inip Swiss & Turkey sandviç ve Maertze birası istedim. Garson kız “welcome back” diye karşıladı beni, ne güzel. Artık mahallede tanınıyorum.
Hafif bir şeyler yemekti amacım; ama yemek ağır geldi ve bira da biraz çarptı nedense. (Kahvaltıda alışık olmadığım için büyük ihtimalle.) Hesabı ödeyip sallana sallana parka yürüdüm. Kulağımda o tanıdık şarkılar, bazısı uzak hayallerden bazısı gelecekten… Dondurma yiyen yakışıklı genç, öğle yemeğine çıkanlar, sohbete dalanlar, ağaç dibinde piknik yapan iki siyah kadın, bankta oturan yaşlı adam, restorana gelen tekerlekli sandalyeli adam (sohbeti ne güzeldi, restorandakiler tek tek gelip nasıl olduğunu sordular), parkta yürürken önüme atlayan sincap…
Parkta otururken, dergi okurken, koşanlara bakarken duyduğum sevinç kendimle mutlu olmanın mutluluğu. Yağmur yağacak gibi, gökyüzünü bulutlar kaplamış rüzgâr da var ama ben başka bir dünyadayım, her şeyden uzakta…
Öğlenin ilk saatlerini parkta geçirip eve geri dönüyorum ağır adımlarla. Kocaman köpek yürüten kızlarla büyük cipler süren minyon kadınlar… Nedense beni çok güldürüyor bu günlerde. Zayıfla güçlünün ittifakı gibi geliyor bir yandan; ama şimdi felsefe yapıp düşüncelere dalmaya niyetim yok. Öğleden sonrayı diziler arasında zaplayarak geçiriyorum. Friends, Beverly Hills, 90210 ve vizyon filmlerinden örnekler…
Akşam yemeği sevdiğim Meksikalı Taco Mac’te: Önden tavuklu tortilla çorbası, sonrasında Warsteiner bira eşliğinde karides ve fasulyeli tostada. Üstüne de Starbucks’tan blueberry oatbar ve pumpkin latte. Zayıfım diyip diyorum ama bakalım kaç kilo döneceğim vatana…
Diğer seyahat yazılarına da göz atmak isterseniz…