“Hayat, sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir” yazıyor defterimde. Ben de bu hafta sonu için sayısız plan yaptım, hatta bu planların hepsini yapmaya kalksam iki hafta yıllık izin almam gerekebilirdi işyerinden.
Onca şey arasında, hayat giriveriyor araya.
Biz de acile gittik, sıradan bir Cumartesi günü. Saat dörde geliyordu herhalde hastaneye vardığımızda. Acil kapısında babamla annemi indirip park etmek için otoparka devam ettim. Sancısı azaldığı için babamı yeşil bölgeye almışlar, bekliyordu. Zaten doktoru görmek için 1,5 saat kadar beklemesi gerekti. Röntgen, kan ve idrar tahlillerinin çıkması için de 2 saat bekleyince, hava karardı, biz hala hastane bahçesinde bekliyoruz.
Benim hayattan, hizmetten ve bunların kalitesinden beklentim hala çok yüksek sanırım. Hastanelerde beni sürekli rahatsız eden şeyler olur, başıma bir şeyler gelir, görevlilere kızarım, söylenirim. Dört saate yakın süre hastane çevresinde dolanınca bu kez de farklı olmadı.
Öncelikle kapının girişinde “güvenlik” adıyla oturan kişilere takıldı gözüm. Arabayı park edip geldikten sonra “yeşil bölge nerededir, annemler bekliyormuş” diye sormaya çalıştım, sohbetlerini bitiremediler. Kızımızda makyaj o biçim, saçlar yapılı, sapsarı boyalı, sanki güne gelmiş gibi keyifte. İki erkek derseniz onlar da sohbetin keyfinden nerde olduklarını unutmuşlar. Abicim, sizin sohbetinizi bölmek değil amacım da, isterseniz siz dışarda bir cafe’ye falan gidin, daha rahat takılırsınız, ne dersiniz?
Soru mu sordum, adam mı öldürdüm, öyle bir hınçla dönüp bakıyorlar ki sohbetlerini böldüğüm için. Bir de ukala bir cevap geliyor kızdan; “bir sürü yeşil bölge var burda”. Aaa cidden mi? Pardon bilemedim ben. Binanın krokisini inceleyip gelmemiş olmak da benim suçum, öyle mi. Yahu burası hasta kabul yeri mi suç giydirme yeri mi, sen kimsin ayol?!
Ne zaman hastaneye gelsem yaşarım bunu, hele Acil’de eksik olmaz. Buradaki hastalar ve yakınlarından tiksinen adamlar ve kadınlar görürüm her alanda. Kardeşim, sizin işiniz kolay diyen olmadı, şartların kolay diyen olmadı, çekilir dert olmayabilir de çık git o zaman, bunca işsiz, ne mani oluyorsun da tiksintinle homur homur dolanıyorsun, herkese zorluk çıkarıyorsun. Sağlık personeli de değilsin üstelik, yani hayat falan kurtarmıyorsun, oturuyorsun gün boyu.
Keyif yeri diye gelmiyoruz herhalde buraya, ya ağrısı var, ya ateşi, bulantısı, ya bir yeri kesildi, kırıldı, bir şey oldu yani. Bir de senin nemrut yüzünü, afranı tafranı cakanı, büyüklenmeni, atarlanmanı, yüksek perdeden konuşmanı mı çekeceğiz. Yürü git! diyesim geliyor da elimden bir şey gelmiyor.
Danışma bankosunun önünde çektiklerim nedir mesela. Hiç değişmez, bir yerde olmasa ikincisinde mutlaka olur. Sen sırada bekler, sıra sana gelince de evet buyrun denmesini saygıyla beklemeye devam edersin; ama kadın ya da adam kimse orda oturan yüzüne bakmaz. İnatla, sen bir soru soramayasın diye suratına bakmaz. Sadece devlet hastanesinde de değil, özel hastanede bile olur. Hiç değişmez, böyle nemrutlar mutlaka bulunur. Duymamış görmemişi oynar, sen sanki varlığını teslim etmişsindir hastane sınırlarına girince. İçerisi kasvetli, yüzler karanlık, sen artık insan sıfatını çıkarmış, başka bir mahlukat sınıfına geçmişsindir, sana yapılacak her türlü muameleye de dayanman gerekir çünkü burayı bu mendebur suratlılar yönetir.
Ben bunu çekmek zorunda mıyım dersin, evet, paralar saçıp 5* otel konforlu özel hastanelere gidecek durumun yoksa, bal gibi hak edersin bu durumu. (O hastanelerde başına gelince en azından şikayet edip kendini tatmin edersin, diğerlerinde bu şansın da olmaz.) Hiç fark etmez, kibar da sorsan, sıranı da beklesen, iyi akşamlar – merhabalar dileyip söze girsen de sana atılan o iğrenç bakışı değiştiremezsin.
Ne ilginç, bu insanlar aynı yollardan aynı koridorlara düşseler, onları da bu sonuç beklemeyecek mi, ölümsüz falan mı olduklarını sanıyorlar, anneleri babaları başka şehirlerde bu muameleyle karşılanmıyor mu, hiç umurlarında değil mi…
Benimse her şey çok fazla umurumda işte bu hayatta. O yüzden bazen nefes alamıyorum. Dün de öyle oldu, içime nefes verdim, yutkundum, kızmadan kendi yolumu kendim çizeyim dedim, gerekirse hastaya sorar, öğrenirim ne olacak. Bu şen şakrak gün grubunu kendi eğlencesine bırakıp uzaklaştım.
Hastanelerin bir diğer özelliği, yaz kış, gündüz gece, ne zaman gelsen içerisinin ağır bir havası olması, hiçbir zaman havalandırmanın iyi olmamasıdır. Çalışanlar da umursamaz bunu, hastaların zaten buna takılacak hali yoktur. Benim içim daralır, cam falan ararım, ama o camlar ya açılmaz ya açtırılmaz.
Biraz yürüyünce ben o üç yeşil alandan birinde bizimkileri buldum. Mevsim, virüs mevsimi malum, annem de bir şey olmasın diye oldum olası beni sakınır, dışarda bekleyelim dedi. Babam içerde sırasını bekliyor, biz kapının önünde, bahçede. Bahçe dediysem yanlış anlaşılmasın, kelime anlamıyla “sebze, meyve, çiçek veya ağaç yetiştirilen yer” değil, hiçbiri yok hastane sınırları içinde. Dil alışkanlığı yine de biz bahçe diyoruz. Hastane sınırları dışını desen ayrı bir olay, gecekondu mahallesinden oto sanayiye daracık sokaklara ne ararsan var ama tek bir saksı çiçek bile yok görünürde.
Bana bahçede de rahat yok tabii, rahatsız doğmuşum bir kere. Dört tarafta, “duvarlarda sigara içmek yasaktır” yazıları var, yerlerdeyse bir sürü izmarit. İçerden çıkan, kapının dibinde sigara yakıyor, biz annemle habire yer değiştiriyoruz dumandan kaçmak için. Yazılara dikkat ediyorum, “hastane bahçesi ve çevresinde tütün mamülleri tüketimi yasaktır” diyor ya da “burada sigara içilmez cezası TL”. Tutarın üstünü silmiş benim güzel cahil halkım. O yazıların altında birini söndürüyor birini yakıyor. Bazısı da kapının hemen önünde içip herkesi duman altında bırakıyor.
Ben huysuzum ya, yine o güvenlik görünümlü gün grubunun yanına gittim. Kız gitmiş, iki adam suratsızlıklarıyla karşıladı beni. Derdimi anlattım, “yasak değil mi” diye sordum. Başı alınamıyor, kamera var zaten, ceza kesilir dediler ve umursamaz bakışlarını başka yöne çevirdiler. Yani siz ne işe yarıyorsunuz acaba, üç beş kuruş toplayın da, devlet bütçesine gitsin, diyecektim, sustum. Kös kös geri döndüm. Dumansız hava sahasını bulmak için sürekli yer değiştirerek babamın sırasının gelmesini beklemeye devam ettik.
Ben burada çalışsam ne yapardım diye düşündüm, kaç yıl içinde çevremdekilere benzerdim ya da idealizmimle yanıp kavrulup kendi kendimi yerdim… Ben ki plaza hayatında bile düzensizliklere, yanlı muamelelere kızan, etraftaki dağınıklığı kendine dert edinip sabah işe erken gelince masaların üstlerindeki fazlalıları toplayan biriyim, ben burada nasıl nefes alırdım… Bu hiç bir şey yapmayan, nasıl olsa işler bitmiyor, nasıl olsa hasta hiç bitmez mantığıyla zar zor işe gelip giden, ne yaptığı belli olmayan insanlarla, hayata dair savunduğu hiçbir değeri, insana saygısı, dünyaya ve çevresine saygısı olmayan insanlar arasında…
Ben böyle düşünürken koskoca yolda kadının biri çantasını koluma çarparak yürüdü, gitti. Fark etmedi bile, telefonda konuşuyor teyzem, şuursuzluk o biçim. Okulla olmuyor, cep telefonu kullanmakla olmuyor, medeniyet öyle tepeden inme gelmiyor işte, bunu anlayamadık. Görgüsüzlük o biçim. Geçen gün şirket geneline atılan e-posta geldi aklıma; şöyle yazıyordu:
“Yaklaşık bir ay önce Xxx Derneği’ne destek olmak amacıyla başlattığımız projemize gösterdiğiniz ilgi için çok teşekkür ederiz. Kampanya için konumlandırdığımız kutu oldukça hızlı dolarken kutunun içine çöp atılması maalesef çok üzücü.”
Eğitimsizlik mi, hayır, okuma yazma bilmezlik mi, hayır. Ne o zaman?!
Kayıtsızlık, şuursuzluk, düşüncesizlik, saygısızlık ya da toplumsal kurallara karşı duyarsızlık mı?
Ne desem boş belki de…
Tek tesellim, Cumartesi günü Hastane’deki 4 saatlik mesaimizin sonunda tahlil sonuçlarında ciddi bir şey çıkmamış olması ve sağlıkla evimize doğru yola çıkmamız.
Kendime not: Sağlık, herşeyden çok ona şükretmeli. Benim gibi böyle detaylara da asla TA-KIL-MA-MA-LI.